Ay’ın gökyüzünde bize hep aynı yüzünü gösteriyor olması, aslında sıradan bir gök olayı değil. Evrenin derinliklerinde işleyen görünmez bir fiziğin, milyarlarca yıllık bir zamanın ve kozmik bir ilişkinin sonucu.
Bugün sanki dünyanın varlığından beri değişmeyen bir tabloyu izliyormuşuz gibi geliyor olabilir, ama o değişmeyen görüntünün ardında sürekli işleyen bir hareket, yavaşlamış bir dönüş, dengeye kavuşmuş bir sistem ve hala devam eden bir uzaklaşma yatmakta. Yani Ay bize hep aynı yüzünü gösterse de, onun hikayesi göründüğü gibi sabit bir hikaye değil.
Ay ile Dünya arasındaki bağ, tek bir şiddetli olayın değil, uzun zaman ölçeğinde şekillenen kozmik bir yakınlığın ürünü. Bilim insanları, Ay’ın kökeni konusunda farklı senaryoları tartışmış olsa da kesin olan şey şu, Ay, Dünya’nın yörüngesine rastlantısal biçimde düşmüş bir gök cismi değil, ikisi Güneş Sistemi’nin ilk dönemlerinden beri iç içe geçmiş iki kütle olarak ortaya çıktı.
Bazı modeller, Ay’ın oluşumunun doğrudan Dünya’ya bağlı olmayabileceğini öne sürer. Bu senaryoya göre Ay, Güneş Sistemi’nin erken dönemlerinde, henüz gezegenler tam biçimini almadan serbest halde dolaşan ilkel gök cisimlerinden biriydi. Zamanla Dünya’nın güçlü kütleçekimi tarafından yakalandı ve bugünkü yörüngesine yerleşti.
Eğer bu model doğruysa, Ay aslında Dünya’dan kopmuş bir parça değil; Dünya’nın yanına sonradan katılmış, ama zaman içinde onunla dinamik bir bağ kurmuş eski bir gök yolcusu oluyor.
Ay yörüngeye oturduğunda bugünkü halinden çok farklıydı. Dünya’ya çok daha yakındı, gökyüzünü adeta dev bir disk gibi kaplıyor, üstelik kendi ekseni etrafında da çok daha hızlı dönüyordu. İşte bu noktada görünmez bir süreç devreye girdi, o da gelgit sürtünmesi. Dünya’nın kütleçekimi, Ay’ın iç yapısını hafifçe esnetip bükmeye başladı.
Bu sürekli gerilme, Ay’ın içinde ısıya dönüşen bir enerji oluşturdu. Zamanla bu enerji kaybı, Ay’ın dönüşünü yavaşlatan doğal bir fren oldu. Milyonlarca yıl boyunca dönüş hızı yavaşladı, ta ki bugün gördüğümüz kusursuz bir senkron hali ortaya çıkana kadar bu böyle devam etti.
Daha sonra bugün Ay dediğimiz gökcismi ortaya çıktı. Yani Ay, aslında Dünya’nın bir parçasının gökyüzündeki yankısı.
Şimdi o ilk ana geri dönersek, Ay bugünkü gibi dingin bir uydudan çok uzaktı. Dünya’ya daha yakındı, hatta o kadar yakındı ki gökyüzünde dev bir cisim gibi görünüyor olabilirdi.
Bununla birlikte, kendi ekseni etrafında çok daha hızlı dönüyordu. İşte bu noktada devreye gelgit kuvvetleri giriyor. Dünya’nın kütleçekimi, Ay’ın iç yapısını sürekli esnetip bükerek bir tür sürtünme enerjisi üretti.
Bu enerji Ay’ın içini ısıttı ve görünmez bir fren gibi dönme hızını yavaşlattı. Yani Ay, aslında zaman içinde ağır çekimde yavaşlayan bir topaç gibiydi. Her dönüşünde biraz daha enerji kaybetti, her dönüşünde Dünya’ya biraz daha uyum sağladı.
Ve sonunda bir gün dönme hızı, Dünya’nın çevresinde döndüğü yörünge hızıyla tam olarak eşitlendi. İşte o gün, bugün hala devam eden kilitlenme meydana geldi.
Buradan bakınca sanki Ay hiç dönmüyor gibi geliyor ama gerçekte dönmeyi bırakmış değil. Sadece her bir tam dönüşünü, Dünya etrafındaki tam bir turuyla eş zamanlı şekilde yapıyor.
Bu yüzden bizde onun sadece bir yüzünü görüyoruz: Dünya’ya dönük olan yüzünü. Kalan kısmı ise asla bize görünmüyor, ta ki bir uzay aracı oraya gidip fotoğraf çekene kadar.
Bu sebeple Ay’ın arka yüzü, insanlık için gizemli kaldı ve şiirsel bir ifadeyle ‘Ay’ın karanlık yüzü’ olarak adlandırıldı. Gerçekte ise o yüz aslında karanlık değil, Güneş’ten ışık alıyor sadece biz onu göremiyoruz.
Ay’ın görmediğimiz tarafının neden bu kadar uzun süre görünmediği, saklı kaldığını anlamak için yüzeyine bakmak yeterli. Dünya’ya bakan yüzü daha düz, geniş lav ovalarıyla kaplı ve az kraterli.
Arka yüzü ise daha dağlık, daha kraterli, daha kalın kabuklu. Bu farkın nedeni yalnızca kozmik nedenler değil. Uzay araçlarından alınan veriler, Dünya’ya dönük tarafta daha yoğun kütle bölgeleri olduğunu gösteriyor. Bu kütle yoğunlaşmaları, Ay’ın kendi eksenine ağırlık vererek onun bu yöne dönük kalmasını kolaylaştırdı. Yani Ay, sadece çekilmedi; fiziksel yapısı da bu kilitlenmeyi destekleyecek şekilde evrimleşti.
Bu eşzamanlı kilitlenme yalnızca Ay’a özel değil. Güneş Sistemi’nde çok sayıda uydu, kendi gezegenine aynı şekilde kilitlenmiş durumda dönmekte. Örneğin Jüpiter’in uydusu Io her zaman aynı yüzünü Jüpiter’e çeviriyor. Satürn’ün uydusu Titan da aynı şekilde.
Hatta Plüton ve uydusu Charon arasında daha da ileri bir durum var, onlar birbirlerine karşılıklı olarak kilitlenmiş durumda. Yani Plüton, Charon’a hep aynı yüzünü gösteriyor; Charon da Plüton’a. Bu, evrende nadir ama etkileyici bir örnek olarak biliniyor.
“Dünya neden Ay’a kilitlenmedi?” diye soracak olursak, cevap güç dengesinde gizli. Dünya çok daha büyük ve hızlı dönen bir gezegen olduğu için Ay’ın zayıf çekimi onu hemen yavaşlatamıyor. Ama bu, hiçbir zaman olmayacağı anlamına gelmez.
Gelgit kuvvetleri bugün bile çalışmaya devam ediyor. Ay, Dünya’dan her yıl yaklaşık 3,8 santimetre uzaklaşıyor. Dünya da bu sırada çok çok yavaş biçimde dönme hızını kaybediyor. Geceler uzuyor, günler çok ama çok gizli bir şekilde uzuyor.
Yeterince uzun zaman geçerse bir gün Dünya da Ay’a kilitlenebilir, ama o gün geldiğinde Güneş çoktan kırmızı atoma dönüşmeye başlamış, kıyamet kopuyor demektir. Yani insanlık olarak bunu görmemiz mümkün olmayabilir.